Aşağıdaki karar, Toplumsal Eşitlik Partisi’nin (PSG-Almanya), 13-14 Eylül 2014 günlerinde, Berlin'de düzenlediği Savaşa Karşı Özel Konferans’ta, delegeler tarafından oybirliği ile kabul edildi.
1. Toplumsal Eşitlik Partisi (PSG), Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin (DEUK) 9 Haziran 2014 tarihli “Sosyalizm ve Emperyalist Savaşa Karşı Mücadele” başlıklı açıklamasını destekler. O açıklama, “Emperyalist sistem, I. Dünya Savaşı’nın patlamasından 100 ve II. Dünya Savaşı’nın başlamasından 75 yıl sonra, insanlığı bir kez daha bir felaketle tehdit ediyor.” sözleriyle başlıyordu. Son üç ay içinde yaşananlar, bu açıklamayı çarpıcı bir şekilde doğrulamıştır. Emperyalist güçler, biri Rusya’ya karşı, diğeri ise Ortadoğu’da olmak üzere iki yeni cephe açmış durumda.
2. İstihbarat örgütleri ile bağlantılı bir ajanlar, askeri şahıslar ve gazeteciler zümresi ile diğer kamuoyu oluşturucuları, gelişmeleri manipüle ediyor ve insanlığı bir kan banyosuna sürüklemekle tehdit eden kararlar alıyorlar. Bu militarist politika, nüfusun geniş kesimleri içinde güçlü bir muhalefetle karşılaşıyor. Kamuoyu yoklamaları, Alman halkının üçte ikisinin Irak’a silah gönderilmesine karşı olduğunu gösteriyor. Bununla birlikte, bu yaygın muhalefet dikkate alınmıyor. Siyasi partiler, seçmenlerine karşı sorumlu değil. Onlar, emirleri Alman sermayesinin ve küresel sermayenin en güçlü temsilcilerinden alıyorlar. Demokrasi, yalnızca, bir azınlığın egemenliğini maskeleme işlevi görmektedir.
3. Rusya ile nükleer bir savaş, artık varsayımsal bir olasılık değil ama gerçek bir tehlikedir. Şubat ayında, Washington ve Berlin, Kiev’de bir darbe düzenlemek için faşistlerle işbirliği yaptı. Onlar, o günden beri, Rusya ile bir cepheleşmeyi sistematik şekilde yoğunlaştırıyorlar. Onlar, Temmuz ayında, Malezya Havayolları’na ait bir uçağın hala netleşmemiş koşullarda düşmesini, ekonomik yaptırımlar uygulamak için kullandılar. Eylül ayı başında Galler’de toplanan NATO konferansı, ittifakın askeri stratejisinde özünde yeni bir yönelim benimsedi. İttifak, son yirmi yıl içinde, asıl olarak Balkanlar’da, Kuzey Afrika’da ve Ortadoğu’da savaşlar sürdürürken, şimdi, silahlarını, aynı Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’ne karşı yaptığı gibi, Rusya’ya çeviriyor. NATO komutanları, Avrupa dış politikasının kontrolünü etkili bir şekilde ele almış durumda. NATO, artık Rusya ile bir savaş kışkırtmak için açık çek almış olan Baltık devletlerindeki sağcı yönetimlere koşulsuz güvence sağlamıştır.
4. Polonya Dışişleri Bakanı’nın eşi Anne Applebaum, Washington Post’taki bir makalede, “topyekûn savaş” çağrısı yaptı. O, “Avrupa’da savaş çılgın bir düşünce değil” başlığı altında, “Dolayısıyla, topyekûn savaşa hazırlanmak çılgınlık mı? Yoksa bunu yapmamak saflık mı?” sorusunu ortaya attı. Bu olayların önde gelen kahramanlarından biri olan Almanya Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier, “tersi olması gerekirken, askeri tırmanma dinamiği, siyasi eylemi giderek daha fazla belirliyor” dedi. Bu, Alman Genelkurmayı’nın stratejik planlarının siyasi kararları belirlediği ve savaş yönelimini geri dönülmez kıldığı I. Dünya Savaşı öncesi döneme yapılmış bir göndermedir.
5. Ortadoğu’da, İsrail, Almanya’nın ve ABD’nin desteğiyle, Filistinlilere karşı kanlı bir saldırı başlattı. ABD, Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye tarafından güçlendirilip desteklenmiş olan terörist İslam Devleti’ne (İD/IŞİD) karşı mücadele bahanesi altında, bu hammadde zengini bölgenin, Irak’taki, Libya’daki ve Suriye’deki önceki savaşlardan çok daha kanlı olacağı görünen yeniden paylaşımı başlatılmış durumda.
6. Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin (DEUK) Haziran ayındaki plenumu, savaşa karşı mücadeleyi siyasi faaliyetinin merkezine yerleştirme ve DEUK’u “Emperyalist şiddetin ve militarizmin yeniden canlanmasına karşı devrimci mücadelenin uluslararası merkezi” haline getirme görevini belirlemişti. DEUK’un Almanya şubesi Toplumsal Eşitlik Partisi, bu mücadelede önemli bir sorumluluk üstlenmektedir.
7. Almanya, 2003’te Irak’ta ve 2011’de Libya’da sürdürülen savaşlardan farklı olarak, bu kez, savaş yöneliminde başı çeken bir rol oynuyor. Ülkenin, dünyayı iki kere uçuruma sürüklemiş olan egemen seçkinleri bir kez daha “Alman önderliği” (Führung) çağrısı yapıyor ve kendi emperyalist çıkarlarını askeri şiddet aracılığıyla zorla kabul ettirmeye hazırlanıyor. Onlar, Doğu Avrupa’ya, eski Sovyetler Birliği topraklarına, Ortadoğu’ya ve Afrika’ya yöneliyorlar.
8. Tarih, büyük bir şiddetle geri dönüyor. Alman egemen sınıfı, Nazilerin suçlarından ve II. Dünya Savaşı’ndaki yenilgisinden neredeyse 70 yıl sonra, bir kez daha, Alman İmparatorluğu’nun ve Hitler’in büyük güç politikalarını benimsiyorlar. Rusya karşıtı savaş propagandasının artış hızı, I. ve II. Dünya Savaşları öncesi dönemleri anımsatıyor. Alman hükümeti, Ukrayna’da, II. Dünya Savaşı’ndaki Nazi işbirlikçilerinin geleneğini sürdüren Svoboda ve Sağ Sektör faşistleri ile işbirliği yapıyor. O, iki dünya savaşında Almanya tarafından işgal edilmiş olan bu ülkeyi Rusya’ya karşı bir yığınak alanı olarak kullanıyor. Alman hükümeti, ayrıca, Ortadoğu’da Kürt peşmergelerini silahlandırarak, bölgenin bir sonraki zor yoluyla paylaşımına katılma niyetini ilan etmektedir.
9. Savaş sonrası dönemin, Almanya’nın Nazilerin berbat suçlarından dersler çıkarmış, “Batı’ya katılmış”, barışçı bir dış politika benimsemiş ve istikrarlı bir demokrasi geliştirmiş olduğu biçimindeki propagandasının yalan olduğu ortaya çıkmış durumda. Alman emperyalizmi, tarihsel olarak biçimlenmiş gerçek yüzünü, hem içeride hem de dışarıda, tüm saldırganlığıyla bir kez daha gösteriyor.
Gizli bir siyasi plan
10. Alman emperyalizminin dönüşü, halkın arkasından, sistematik olarak hazırlanmıştır. Almanya’nın Libya savaşında çekimser kalmasının ardından, medya, o dönemin Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle’ye (Hür Demokrat Parti, FDP) ve Cumhurbaşkanı Christian Wollf’a karşı, FDP’nin çökmesine ve Wollf’un bahane edilen bir yolsuzluk skandalının ardından istifasına yol açan bir kampanya başlatmıştı. Wollf’un yerini, azılı komünizm karşıtlığı ve Rusya karşıtı duruşu, yaygın halk muhalefeti karşısında Rusya’ya karşı yeni savaş politikası dayatmak için daha uygun görülen Joachim Gauck aldı.
11. 2013 yılında, 50’den fazla önde gelen politikacı, gazeteci, akademisyen, subay ve iş dünyası temsilcisi, hükümetle bağlantılı düşünce kuruluşu Stifftung Wissenschaft und Politik’in (Bilim ve Siyaset Vakfı-SWP) ve Washington merkezli düşünce kuruluşu German-Marshall Fund’un (Alman-Marshall Fonu-GMF) yönetiminde, Alman dış politikası için yeni bir strateji geliştirmeye çalıştı. Onlar Almanya’yı, “hem diğer piyasaların taleplerine hem de uluslararası ticaret yollarına ve hammaddelere” neredeyse bütün diğer ülkelerden daha fazla bağımlı olan bir “ticaret ve ihracat ülkesi” olarak tanımladılar. Onlar, Almanya’nın, uluslararası düzeydeki, özellikle de “Alman güvenlik çıkarlarını güçlendirecek biricik güç” olarak betimlenen NATO çerçevesindeki askeri müdahalelerde, bir kez daha uluslararası düzeyde “önderlik rolü” oynamak zorunda olduğu sonucuna vardılar. Almanya, NATO’nun gelecekteki yönünü “yeni bir biçimde belirlemek” için, “artan etkisini kullanmak” zorundaydı.
12. Cumhurbaşkanı Gauck, Eylül 2013’teki federal seçimlerin hemen ardından, bu yeni strateji uğruna atağa devam etti. O, Almanya’nın yeniden birleşmesinin yıldönümünde, Almanya’nın, “siyasi, askeri ve ekonomik çatışmalar”ın dışında kalabilecek “bir ada” olmadığını ilan etti. Almanya, “Avrupa’da ve dünyada”, büyüklüğü ve etkisi ile orantılı bir rol oynamaya mecburdu.
13. Bu strateji, yeni hükümetin dış politikasının temelini oluşturdu. Bu, Dışişleri Bakanı Steinmeier ve Savunma Bakanı Ursula von der Leyen askeri kısıtlama döneminin bittiğini ilan ettiğinde, açıkça uygulamaya kondu. Almanya, “küresel politikalar konusunda kenardan yorum yapamayacak kadar büyük” idi ve “dış politikada ve güvenlik politikasında daha erken, daha kararlı ve daha esaslı olarak müdahale etmeye hazır olmak” zorundaydı. Bu politika Ukrayna’da yaşama geçirildi. Washington ve Berlin, Avrupa’nın militaristleştirilmesine bahane yaratmak ve halk içindeki köklü savaş karşıtlığını bütünüyle kırmak için bir siyasi kriz kışkırttı.
14. Kamuoyu, o günden bu yana, sistematik olarak manipüle edilmektedir. Devlet televizyonundaki en önemli iki haber programı Tagesthemen ve Heute Journal, günlük propaganda gösterilerine dönüştürüldü. Dışişleri Bakanlığı, “Almanya’nın yazgısı: Dünyaya önderlik etmek için Avrupa’ya yol göstermek” başlığı altında açıklamalar yayınlıyor. Ursula von der Leyen, Stern dergisinin kapağında “Savaş Bakanı” olarak poz veriyor; Gauck, Almanya’nın 1939’da II. Dünya Savaşı’nı başlatan Polonya’ya yönelik saldırısının gerçekleştiği Westerplatte’de Rusya’ya saldırıyor. Okyanus ötesi düşünce kuruluşları ile sıkı ilişkileri olan Josef Joffe ve Joachim Bittner (Die Zeit), Stefan Kornelius (Süddeutsche Zeitung), Nikolas Busse ve Klaus-Dieter Frankenbrerger (Frankfurter Allgemeine Zeitung), Nikolaus Blome (Der Spiegel) ve Dominic Johnson (taz) gibi gazeteciler, yorulmak bilmeksizin, Rusya karşıtı propaganda yapıyorlar.
15. Üniversiteler de ordunun hizmetine sokulmuş durumda. Bu süreçte, tarih ile propaganda arasındaki ayrım sistematik olarak ortadan kaldırılmıştır. Özellikle, 1999’da ölmüş olan tarihçi Fritz Fischer, öfkeli eleştirilerin hedefi haline gelmiş durumda. Fischer, 1960’larda, Alman imparatorluğunun I. Dünya Savaşı’ndaki saldırgan savaş amaçlarını teşhir etmiş ve Hitler’in, II. Dünya Savaşı’nda, doğrudan doğruya bu amaçları kaldığı yerden sürdürdüğünü göstermişti. Fischer’in şimdi saldırıya uğramasının nedeni, onun bulgularının günümüzdeki gelişmeler ile oldukça ilişkili olmasıdır: Ukrayna’ya yönelik Alman politikası, bir kez daha Wilhelm İmparatorluğu’nun ve Üçüncü İmparatorluk’un [Nazi Almanyası] izinden gitmektedir. Bethmann Hollweg’ten Ribbentrop’a ve Steinmeier’e kadar doğrudan bir tarihsel süreklilik söz konusudur.
16. Üniversitelerdeki propagandacılar, Alman imparatorunun savaş politikalarına yeniden itibar kazandırmakla yetinmiyorlar. Onlar, aynı zamanda, Hitler’in saygınlığını da iade etmeye kalkışıyorlar. Bu amaçla, Ulusal Sosyalizmin (Nazizm) rolünü önemsiz gibi göstererek, 30 yıl önce tarihçiler tartışmasını kışkırtmış olan 91 yaşındaki tarihçi Ernst Nolte yeniden gündeme getiriliyor. Şubat ayında, Berlinli tarihçi Jörg Baberowski, Der Spiegel’de, Nolte’nin “tarihsel açıdan haklı” olduğunu ilan etti. Nolte, kendi adına, The European dergisinin son sayısında, “bir zamanların ‘kurtarıcı’sını (yani Hitler’i) ‘mutlak şeytanın’ temsilcisi ve bir ‘tabu’ haline getirmiş olan nefretin ve suçlamanın çapı”na karşı çıkıyor; Hitler’in, “Alman hükümetinin resmi politikasında olmayan ‘kendini ortaya koyma’ eğilimlerinin unutulmuş temsilcisi” olduğunu yazıyordu.
Avrupa Birliği’nin krizi
17. Alman emperyalizminin yeniden ortaya çıkmasının nedeni, küresel kapitalizmin ve onun üzerine kurulu olduğu ulus devlet sisteminin derin krizidir. Troçki, 1932’de Hitler’in yükselmesine yol açan nesnel itici güçleri çözümlerken şunları yazmıştı: “Almanya’nın üretici güçleri giderek daha üst düzeyde iç içe geçtikçe, daha devingen güç topladıkça, yoksul bir taşra hayvanat bahçesindeki kafes ‘sistemi’ne benzeyen bir Avrupa sistemi içinde daha fazla boğuluyor.”
18. Hitler’in, bu kafes sistemini, 70 milyon cana mal olan ve tam bir askeri yenilgiyle sonuçlanan Avrupa’yı zorla ele geçirerek parçalama girişimi, kıtayı harabeye çevirmişti. Ancak savaş sonrası düzen, savaşa yol açan sorunların hiçbirini çözmedi. ABD’nin ekonomik gücü, geçici bir istikrarı ve savaş sonrası ekonomik büyümeyi mümkün kıldı. Soğuk Savaş, yalnızca Sovyetler Birliği’ni sindirmemiş; aynı zamanda Almanya’yı da kontrol altında tutmuştu. Alman şirketlerinin kendi meselelerini ABD’nin dümen suyunda ele alabildiği ve Alman ordusunun kendisini ulusal savunma ile sınırlayabildiği dönem, Almanya’nın yeniden birleşmesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılması ile birlikte, geri dönülmez biçimde kapandı.
19. Almanya’nın yeniden birleşmesinde, ilerici hiçbir yan yoktur. Bu, yalnızca Almanya’nın doğusunda ve Avrupa’da daha önce görülmedik bir toplumsal gerilemeye yol açmakla kalmamış, aynı zamanda, Alman kapitalizminin dinamizminden dolayı, militarizmin yeniden doğmasına yol açmıştır. Hükümet üyeleri, bugün, Almanya’nın askeri ağırlığının onun ekonomik gücüne uygun olması gerektiğini açıklarken, bir kez daha Alman emperyalizminin dilini konuşuyorlar.
20. PSG’nin öncülü olan Sosyalist İşçiler Birliği, 1990 yılında, insanlığın tanık olduğu en barbar suçların bazılarını işlemiş olan aynı burjuvazinin, Almanya’nın doğusunda ve Avrupa’da yeniden ortaya çıkmasına karşı uyarıda bulunmuştu. “Doğu Avrupa’daki ulus devletlerin çökmesi, son tahlilde, emperyalizmin dünya çapındaki derin krizinin, yalnızca ilk sonucudur.” diye yazmış ve eklemiştik: “Emperyalistlerin, kendi egemenliklerini Stalinistlerin ve sosyal demokratların yardımıyla düzenledikleri ve kendi küresel çıkarlarını savundukları uluslararası güçler ilişkisi paramparça olmuş durumda. Dünyanın yeniden paylaşımı uğruna, insanlığı bu yüzyıl içinde iki kez dünya savaşı dehşetine sürüklemiş olan emperyalist güçler arasındaki eski çatışmalar yeniden ortaya çıkıyor.”
21. Almanya’nın Orta Avrupa’da baskın bir güç olarak yükselmesinin sonuçlarından korkan Margaret Thatcher önderliğindeki Britanya hükümeti ile Fransa’daki François Mitterrand hükümeti, başlangıçta, Almanya’nın yeniden birleşmesini önlemeye çalıştılar. Sonunda, Avrupa Birliği’nin (AB) kurulması ve genişlemesi konusunda anlaşma sağlandı. Fransa, AB’yi baskın komşusunu kontrol etmenin aracı olarak görürken, Almanya, ona, Avrupa’ya hakim olmanın bir aracı olarak bakıyordu.
22. Alman hükümeti, kendi özlemlerini gizleme yönünde pek çaba harcamadı. Almanya Dışişleri Bakanı Klaus Kinkel, daha 1993’te şu açıklamayı yapmıştı: “80 milyonluk bir halk olarak, Orta Avrupa’daki en güçlü ekonomi olarak, hoşumuza gitsin ya da gitmesin, özel ve kısmen yeni bir sorumluluk taşıyoruz. Tüm dış politika faaliyetimizi buna uygun bir şekilde ayarlamamız gerekiyor. Biz, merkezi konumumuzdan, büyüklüğümüzden ve orta ve doğu Avrupa ile olan geleneksel ilişkilerimizden dolayı, bu ülkelerin Avrupa’ya dönmesinden en fazla yarar sağlayan ülke olmaya mahkumuz.”
23. Avrupa Birliği, halka, Avrupa’nın birleşmesi yönünde önemli bir adım olarak sunuldu. Gerçekte, o, en güçlü şirket ve mali sektör çevrelerinin işçi sınıfına karşı bir silahı; duvarlarının önünde her yıl binlerce sığınmacının öldüğü bir kale; Avrupalı güçlerin içinde egemenlik savaşı verdiği bir savaş alanı; milliyetçiliğin ve şovenizmin bir kuluçka makinesi; içeride ve dışarıda yeniden silahlanmanın bir aracıydı ve bugün de öyledir. AB, militarizmin, kemer sıkma politikalarının ve diktatörlüğün gelişme alanıdır.
24. AB içindeki gerilimler, daha yeni yüzyılın başında ortaya çıkmaya başladı. AB’nin başındaki bir Almanya’nın ABD’ye denk bir dünya gücü haline gelebileceği düşüncesinin bir kuruntu olduğu açığa çıktı. Ne Britanya ne de Fransa, Orta Avrupa’da aşırı güçlü bir Almanya’yı hazmetmeye hazırdı. 2003’te, Irak savaşı konusunda açık bir kopuş yaşandı. Britanya ile bir dizi Doğu Avrupalı devlet ABD’yi askeri olarak desteklerken, Fransa ile Almanya savaşa katılmayı reddetti. 2005’te, Fransız ve Hollandalı seçmenler AB anayasasını reddettiler.
2008 mali krizinin sonuçları
25. AB’nin krizi, 2008’deki uluslararası mali kriz ile birlikte tırmandı. 1930’lardan bu yana yaşanmış bu en büyük mali kırılma, çevrimsel bir olay değil; dünya kapitalizminin sürmekte olan krizinin başlangıcıydı. Altı yıl sonra, uluslararası mali sistemi çöküşün eşiğine getirmiş olan temel sorunların hiçbiri çözülmüş değil. Tersine, trilyonlarca doların bankalara bağışlanması, mali piyasalara merkez bankalarından ucuz para akıtılması ve ücretlere, işlere ve sosyal yardımlara yönelik durmak bilmez saldırı, sınıfsal gerilimleri olağanüstü düzeyde arttırmış ve bir sonraki mali çöküşün koşullarını yaratmış durumda.
26. Avrupa Merkez Bankası’nın (ECB), faiz oranlarını yüzde 0,05’e indirme ve 2008 krizini tetiklemiş olan yüz milyarlarca avroluk çürük tahvilleri satın alma yönündeki en son kararı, iflasın siyasi bir duyurusudur. O, ölümden korkan bir uyuşturucu bağımlısının, son ölümcül dozu alma eylemine benzemektedir. ECB’nin Başkanı Mario Draghi, bu son hamleyi, “geleceğe yönelik güven eksikliği”ne ve bir diğer ekonomik gerilemeye gönderme yaparak gerekçelendirdi. Oysa bankalara taze fonlar akıtılması, durgun Avrupa ekonomisini canlandırmaktan çok, borsalardaki spekülatif balonu patlama noktasına şişirecektir.
27. ECB’nin yönetimi içinde, Avrupa’daki artan ulusal gerilimleri ifade eden keskin bölünmeler var. Bununla birlikte, sınıfsal ilişkiler açısından, Draghi’nin para basma politikası ile Alman hükümeti tarafından talep edilen sıkı kemer sıkma önlemleri arasında herhangi bir önemli farklılık bulunmuyor. Bunlar birbirlerini tamamlıyorlar. Bu politikalar, büyük çoğunluk zararına, üretim süreci ve toplumun gereksinimleri ile her türlü bağını yitirmiş olan doymak bilmez bir mali aristokrasiyi zenginleştirmeye hizmet etmektedir. Mevcut durum, giderek daha fazla, Marie Antoinette’in ekmek yokluğundan dolayı açlıkla karşılaşan kitlelere pasta yemelerini öğütlediği Fransız Devrimi öncesine benziyor.
28. Banka kurtarmalarının maliyetini işçi sınıfının üstüne yıkmak için Berlin ile Brüksel tarafından dikte edilen aşırı sert kemer sıkma önlemleri, Yunanistan’da, Portekiz’de ve İspanya’da öfkeli bir direnişle karşılaştı. Bununla birlikte, Avrupa Birliği tarafından mali krize yanıt olarak dayatılan önlemler, Almanya’daki ve bütün diğer Avrupa ülkelerindeki toplumsal gerilimleri de çarpıcı bir şekilde yoğunlaştırmış durumda.
29. Alman borsa endeksi DAX, halihazırda, ekonominin zar zor büyümesine rağmen, 2008 krizi öncesi doruk noktasının 2.000 puan üzerinde. En büyük 30 Alman şirketinin hisse senedi sahipleri, parmaklarını bile kıpırdatmaksızın, cüzdanlarını 200 milyar avro kabartmış durumdalar. Aynı dönemde, nüfusun çoğunluğunun yaşam standardı çarpıcı biçimde geriledi. Yaklaşık 126 milyon Avrupalı (toplam nüfusun dörtte biri) yoksulluk tehlikesi altında. Yoksul çocukların sayısı, 2008’den bu yana 800.000 arttı. Avrupa’daki yetişkinlerin yüzde 11’i ve gençlerin yüzde 23’ü resmi olarak işsiz. Neredeyse üç kişiden biri herhangi bir sosyal yardım almıyor. Doğu Avrupa’daki toplumsal durum, Stalinist rejimlerin çöktüğü 25 yıl öncekinden çok daha kötü. Küçük, sıkça rüşvetçi ve suçlu bir azınlık aşırı ölçüde zenginleşirken, nüfusun büyük çoğunluğu, kitlesel işsizlik, sefalet ücretleri ve emeklilik, sağlık ve sosyal yardım fonlarının çöktüğü koşullar altında yaşama mücadelesi veriyor.
30. Militarizmin yeniden canlanması, egemen sınıfın, bu patlayıcı toplumsal gerilimlere, derinleşen ekonomik krize ve Avrupalı güçler arasındaki artan çatışmalara yanıtıdır. Onun amacı, yeni etki alanlarının, ihracata bağımlı Alman ekonomisinin ihtiyaç duyduğu pazarların ve hammaddelerin ele geçirilmesi; toplumsal gerilimlerin bir dış düşman üzerine saptırılması yoluyla bir toplumsal patlamanın önlenmesi; toplumun, bir bütün olarak, her şeyi kapsayan bir ulusal gözetleme aygıtının geliştirilmesini, toplumsal ve siyasal muhalefetin bastırılmasını ve medyanın hizaya getirilmesini içerecek şekilde militaristleştirilmesidir.
31. Eski CIA çalışanı Edward Snowden, yalnızca Amerikan ve Britanya istihbarat örgütleri tarafından üstlenilmekle kalmayıp Alman gizli servisi ile de yakından bağlantılı hükümet izlemelerinin devasa çapını açığa çıkarttı. Almanya, yeni bir Gestapo’nun ortaya çıkmasını engelleme yönünde bir önlem olarak savaş sonrası anayasasında yer alan polis ile istihbarat örgütleri arasındaki ayrılığı, terörizm ve örgütlü suçlar ile mücadele adına, büyük ölçüde yürürlükten kaldırmış durumda. Çok sayıda merkezileşmiş veri, kolluk güçlerine, on milyonlarca sıradan yurttaşın bilgilerine ulaşma fırsatı sunmaktadır. Bu Orwell türü kabusun amacı, bütün toplumsal direnişleri ve protestoları bastırmaktır. 18 yaşındaki Michael Brown’ın öldürülmesinin ardından, ABD’nin Ferguson kasabasında uygulanan ve askeri silahlarla donatılmış polisin ve Ulusal Muhafız’ın silahsız halka karşı harekete geçirildiği olağanüstü hal, toplumsal gerilimler arttığında neler olacağının bir denemesidir.
ABD ile artan gerilimler
32. Rusya ile karşı karşıya gelmenin bir diğer amacı, giderek birbirinden uzaklaşan AB ülkelerini bir araya getirmektir. Ortak düşmana karşı mücadele, daha önce, büyük ölçüde, sermayenin ve malların serbest dolaşımı ve ortak para birimi gibi ekonomik hedeflerle tanımlanan AB’nin bütünlüğünü sağlamaya yöneliktir. Soğuk Savaş’ta olduğu gibi, Rusya, bir kez daha “Batı’nın” ortak düşmanı olarak sunulmaktadır. Bununla birlikte, Avrupa’nın Rusya’ya karşı birliği görünümünün altında, gerilimler artıyor. Avrupa’yı 20. yüzyılda iki kez savaş alanına çevirmiş olan anlaşmazlıklar yeniden ortaya çıkıyor. Avrupa Birliği’nin diğer üyeleri kaslarını esnetiyor ve kendi emperyalist çıkarlarının peşinde koşmaya hazırlanıyorlar. Fransa’da, Ulusal Cephe, AB’den çıkış ve ulusal para birimine dönüş vaadiyle etkisini arttırmayı başardı. Manş Denizi’nin diğer tarafındaki Britanya’nın AB’den ayrılması giderek daha muhtemel hale geliyor.
33. Almanya’nın Rusya’ya karşı ABD ile olan şimdiki ittifakı da iç gerilimlerle ve çelişkilerle dolu. Washington ile Berlin, Rusya’ya karşı aynı yolu izliyor ama farklı hedeflerle. ABD’nin amacı Avrasya topraklarında rakip bir dünya gücünün ortaya çıkmasını engellemektir. Onun Rusya’ya karşı saldırganlığı, asıl olarak Çin’in yükselişine yönelik “Asya’ya dönüş”ünün batı ucunu oluşturuyor. Alman emperyalizmi, kendi adına, bir yandan Çin ile sıkı ekonomik ve siyasal ilişkileri sürdürürken, Doğu Avrupa’yı ve Rusya’yı hem bir enerji ve ucuz işgücü kaynağı hem de malları için bir pazar olarak kullanmayı amaçlıyor. Almanya, hem Ortadoğu’da ve giderek önem kazanan Karadeniz bölgesinde hem de Rusya’da ve Çin’de, ABD ile stratejik rakip olarak karşı karşıya gelmektedir.
34. Alman emperyalizmi, Ortadoğu’da da kendi çıkarları peşinde koşuyor. Bölge, Alman sanayisi için önemli bir pazar durumunda ve bu, ABD’nin politikaları eliyle tehdit ediliyor. ABD’nin Irak’ta yarattığı felaket, Berlin’i bölgedeki stratejisini yeniden gözden geçirmeye zorladı. Almanya ile ABD arasındaki gerilimler, son olarak, Berlin’deki bir Amerikan casusluğunun açığa çıkmasının ardından dışa vuruldu.
35. Amerikan emperyalizmi güçsüzleştikçe, diğer emperyalist güçler kendi bağımsız stratejilerini geliştiriyorlar. Asya’da, Japonya ABD’nin desteğiyle kendi yeniden askerileşmesine girişti ve savaş sonrası anayasasında yer alan pasifizm vaadini kaldırdı. Ancak Japonya’nın kendi bağımsız çıkarları var. 20. yüzyılın ilk yarısında iki dünya savaşına yol açmış olan temel emperyalist anlaşmazlıklar, yeni biçimler altında yeniden ortaya çıkıyor.
Sol Parti, Yeşiller ve “insan hakları emperyalizmi”
36. Parlamentoda temsil edilen partilerin hepsi Alman militarizmini destekliyor. Savunma Bakanlığı makamını elinde tutan Sosyal Demokrat Parti (SPD), büyük koalisyonda bu kampanyanın ön safında yer alıyor. O, I. Dünya Savaşı’na destek yönünde oy verdiği parlamento oylamasının yüzüncü yıldönümünü, Rusya’ya karşı yeni bir savaşa hazırlanarak kutluyor. SPD, Hartz yasalarının kabul edilmesinden 10 yıl sonra, bütünüyle büyük şirketlerin ve mali sektörün kampında olduğunu yeniden doğruluyor. Parti içindeki ortamı belirleyen zengin politikacılar, üst düzey memurlar, küçük iş adamları ve sendika bürokratları, artık, işçileri sosyal reformlar yoluyla kapitalizm ile uzlaştırma peşinde koşmuyorlar. Onlar, kapitalizmi, işçi sınıfına yönelik amansız saldırılarla ve saldırgan büyük güç politikalarıyla savunuyorlar.
37. Yeşiller ve Sol Parti, Alman militarizminin yeniden canlanmasında merkezi bir rol oynuyor. Onlar, Bundestag’da (Almanya parlamentosu) sözde muhalefeti oluşturuyorlar ama gerçekte, bu yeni politikanın geliştirilmesine en üst düzeyde uyarlanmış durumdalar. Her iki parti de, Bilim ve Siyaset Vakfı’nın strateji belgesi “Yeni Güç - Yeni Sorumluluk”un hazırlanmasına katıldı ve hükümeti bütün temel meselelerde destekliyor. Onların başlıca katkısı, Alman militarizminin geri dönüşünü, “barış”, “demokrasi” ve “insan hakları” üzerine basmakalıp sözlerle kılıfına uydurmak ve militarizmin yeniden canlanmasına yönelik yaygın direnişi ortadan kaldırmaktır.
38. Yeşiller, barışseverliklerini uzun süre önce çöpe attılar. Onların savaş yanlısı politikalarını “insanlık uğruna mücadele” olarak pazarlamada uzun bir sabıka kaydı bulunuyor. Onlar, sinik bir şekilde, Alman emperyalizminin 20. yüzyıldaki tarihsel suçlarını, 21. yüzyıldaki suçlarını haklı çıkarmak için kullanıyorlar. 1999 yılında, Yeşillerden Dışişleri Bakanı Joschka Fischer, Almanya'nın Kosova Savaşı'na katılmasını, “Yeni bir Auschwitz'e hayır” sinik çığlığı ile gerekçelendirmişti. Yeşiller, o zamandan beri, Alman emperyalizminin her saldırganlığını “insan haklarının” ve “insanlığın” savunusundan söz ederek destekliyor.
39. Yeşiller, hükümeti dış politika konularında eleştirdiklerinde, bunu sağdan yapıyorlar. Onlar, Almanya'nın Libya savaşındaki tarafsızlığının en keskin eleştirmenleriydi. Şimdi de, Rusya'ya karşı daha sert eylemleri ve Ortadoğu'da, Alman güçlerinin katılacağı kapsamlı askeri operasyonları destekliyorlar. Yeşillerin önderi Anton Hofreiter, Almanya'nın Polonya'ya saldırısının 75. yıldönümünde Almanya Parlamentosu'nda yaptığı konuşmada, yeni bir Alman savaş politikası çağrısı yaptı. O, “Rusya'nın saldırganlığının sonuçları olmalı” dedi ve Putin'in “ikiyüzlülüğünün bedelini ödemesi”ni talep etti. Hofreiter, konuşmasını, “ABD hava saldırıları yetmez. [Birleşmiş Milletler’in, Libya’ya askeri müdahale için de kullanılan] Koruma Sorumluluğu'na uygun olarak, daha kapsamlı askeri müdahaleler gerekiyor.” diyerek sürdürdü.
40. On beş yıl önce, Alman militarizminin dünya sahnesine yeniden dönüşünün örgütlenmesinde önemli bir rol oynayan ve onu “insani” palavralarla aklayan, Yeşillerdi. Bugün bu işi Sol Parti gerçekleştiriyor. Partinin Almanya Parlamentosu Dış İlişkiler Komitesi'ndeki temsilcisi Stefan Liebich, Bilim ve Siyaset Vakfı'nın yeni dış politika stratejisini hazırlamasına yardımcı olurken, parti içinde yeni bir uzlaşma sağlandı. Sol Parti, o zamandan beri, Alman hükümetinin saldırgan dış politikasını destekliyor.
41. Sol Parti yönetimi tarafından Mart ayında yapılan resmi bir açıklamada, Rusya, “cepheleşmeci yönelim” izlemekle suçlanmış ve “Rusya Federasyonu'nun askeri tehditleri” kınanmıştı. Bundan yalnızca bir ay sonra, Bundestag'daki Sol Partili milletvekilleri, “silahsızlanma” ve “barış politikası” adına, Suriye'ye karşı bir Alman askeri görevinden yana oy kullandılar. Şimdi, Sol Parti, hükümete sağdan saldırıyor ve Ortadoğu'da daha yaygın bir askeri harekatı savunuyor.
42. Sol Parti'nin resmi yayın organı Neues Deutschland (Yeni Almanya), daha Ağustos ayı başlarında, “Sol Parti, bu tartışmadan, başını eğip kaytaramaz.” diye yazarak, Irak'taki “cihatçılar”ın “vahşetine karşı bir BM eylemi” talep etmişti. Partinin önderi Gregor Gysi, Kürtlere silah sağlanması çağrısı yapan ilk Alman politikacılardan biriydi. O, Almanya Parlamentosu'nda, BM birlikleriyle kapsamlı müdahale talep etti. Sözde Anti-Kapitalist Sol’un (AkL) sözcüsü Ulla Jelpke, Bundestag'ın, Irak'a Alman silahları gönderilmesinin tartışıldığı özel bir oturumu sırasında, Sol Parti'nin pozisyonunu şöyle özetledi: “Biz, Irak ve Suriye için, burada kararlaştırılmış olandan çok daha fazlasını talep ediyoruz.”
43. Sol Parti içindeki Marx21 ve Sosyalist Alternatif (SAV) gibi sahte sol akımlar, “insan hakları” emperyalizminin en saldırgan savunucularıdır. Onlar, egemen sınıfın kendi savaş politikasını gizlediği savları ve ideolojik gerekçeleri sağlıyorlar. Bu akımlar, kamuoyunu zehirlemek için, Suriye'deki Esad yönetiminin emperyalizm yandaşı karşıtlarını “devrimciler” olarak betimlediler, Kiev'deki Maidan alanında faşistlerin önderliğinde gerçekleşen ayaklanmaları bir “demokratik halk ayaklanması” olarak sundular ve Rusya'yı “emperyalist saldırgan” olarak suçladılar. Onlar şimdi, Irak'a askeri müdahale için ajitasyon yapıyorlar. SAV, en son yayımladığı “İslam Devleti'ni Durdurun” başlıklı bir bildiride, “Eli kulağında bir soykırım önlenebilecek iken neden yardım edilmesin?” sorusunu soruyor. Onlar, “yardım” derken, ABD hava saldırılarını kastediyorlar.
44. SAV propaganda alanında uzmanlaşırken, Marx21, resmi savaş politikasına, kişisel olarak en üst düzeyde katılıyor. Marx21'in üyesi Christine Buchholz, Bundestag'ın Savunma Komitesi'nde Sol Parti’nin temsilcisidir. Alman emperyalizminin savaş planlarına ilişkin bilgiler, ona birinci elden sunuluyor. Buchholz, Şubat ayında, Savunma Bakanı Ursula von der Leyen ile birlikte, orduya ait bir uçakla Afrika'daki Alman birliklerini denetlemeye gitti.
45. Lenin, 95 yıl önce, Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması adlı kitabında, “Emperyalizmin başarı şansı üzerine genel heves, onun azgın savunusu ve onun en parlak renklere boyanması; çağımızın işaretleri bunlardır.” diye yazmıştı. Yeşillerin ve Sol Parti'nin Alman emperyalizminin şimdiki yeniden canlanmasına yönelik tepkisinin bundan daha iyi bir betimlemesi olamaz. Lenin'in yazmış olduğu gibi, dünyanın büyük devletler arasında yeniden paylaşımı konusundaki artan anlaşmazlıklar “mülk sahibi sınıfların bütünüyle emperyalizmin safına geçmesine yol açarken”, mali sermaye, bir kez daha, ekonominin bütün sektörlerine egemen olan az sayıda elde toplanmış durumda. Yeşiller, post-Stalinistler, sendika bürokratları ve Sol Parti'deki küçük burjuva radikalleri tarafından temsil edilen orta sınıfın zengin kesimlerinin emperyalist savaş politikasını kucaklamasındaki isteri ve coşku, Alman orta sınıfının I. Dünya savaşı öncesinde savaşa verdiği ateşli desteği anımsatmakta; temel tarihsel ve toplumsal konuları ortaya koymaktadır.
PSG'nin görevleri
46. Egemen sınıfı savaşa sürükleyen aynı etmenler, sosyalist devrimin nesnel koşullarını da yaratmaktadır. Avrupa'ya savaş sonrası dönemde belirli bir istikrar sağlamış olan siyasal, ekonomik ve toplumsal mekanizmaların çökmesi, Alman burjuvazisini, 20. yüzyılın ilk yarısında içinde bulunduğu aynı sorunlarla karşı karşıya getiriyor. O, Avrupa'ya egemen olmak ve dünya gücü haline gelme yönünde çaba göstermek için, işçi sınıfına savaş açmak zorundadır. Aynı durum, Fransız, Britanyalı ve diğer Avrupalı egemen sınıflar için de geçerli. Tüm Avrupa'da bir kural haline gelmiş olan acımasız kemer sıkma programları, ücretlere ve çalışma koşullarına yönelik aralıksız saldırılar ve demokratik hakların sistematik şekilde ortadan kaldırılması, bu gerçeğin altını çizmektedir. İşçi sınıfının, aynı zamanda, yeniden silahlanmayı finanse etmek için sosyal harcamalarda yapılan sürekli kesintiler, yeni savaşlarda ölecek insan sağlama, demokratik hakların ortadan kaldırılması ve toplumun askerileştirilmesi yoluyla, militarizmin maliyetini de karşılaması gerekiyor.
47. PSG, militarizme ve savaşa karşı mücadelesini, teorik, siyasal ve örgütsel olarak işçi sınıfına dayandırır. İşçi sınıfı, üçüncü bir dünya savaşını önleyebilecek tek uluslararası toplumsal güçtür. Onun çıkarları kapitalist sisteme taban tabana karşıttır. Bununla birlikte, sosyalist devrim, otomatik bir süreç değildir. Onun ilerleme hızı ve başarısı siyaset alanında belirlenir. Troçki'nin II. Dünya Savaşı'nın öngününde yazmış olduğu gibi, insanlığın tarihsel krizi, devrimci önderlik krizine indirgenmiştir. Bu krizin çözümü, partimizi inşa etmek için alınmış kararlara ve girişilen faaliyetlere bağlıdır.
48. PSG, işçi sınıfının bilincini geliştirmek için yorulmak bilmez bir siyasi faaliyet sürdürür. O, medyanın ve egemen sınıfın sözcülerinin aldatmacalarını, propagandasını ve yalanlarını açığa çıkartır. Bütün ülkelerdeki işçilerin mücadeleleri ile dayanışmayı savunan PSG, işçileri, milliyetçiliğin ve şovenizmin bütün biçimlerine karşı aşılamaya çalışmaktadır. Partimiz, Avrupa ve uluslararası işçi sınıfının sosyalist bir program temelinde birliği uğruna mücadele ediyor. PSG, Avrupa Birliği'ne karşı çıkmakta ve onun yerini Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri'nin alması için mücadele etmektedir. Onun savaşa karşı mücadeledeki başlıca görevlerinden biri, Avrupa'da Dördüncü Enternasyonal'in Uluslararası Komitesi'nin şubelerinin inşasıdır.
49. Bizim Rusya'ya karşı savaş yönelimine karşı olmamız, Devlet Başkanı Putin'in yönetimine herhangi bir destek anlamına gelmez. NATO'nun kışkırtmalarına verdiği yanıt, onun siyasi iflasının bir ifadesidir. Putin yönetimi, Sovyetler Birliği'nin, Gorbaçov ve Yeltsin yönetiminde, yıkıcı etkileri her geçen gün daha açık hale gelen dağılmasından doğmuştur. Servetlerini Sovyetler Birliği'nin devlet mülkiyetinin yağmalanması yoluyla elde etmiş milyarder oligarkların çıkarlarını savunan Putin yönetimi, uluslararası işçi sınıfının, Rusyalı işçileri kendi sınıfsal çıkarları uğruna mücadeleye teşvik edecek bir seferberliğinden korkmaktadır. Putin, Rus milliyetçiliğine başvuruyor. Bu gerici politika, emperyalistlerin savaş propagandasındaki önemli kozlardan birisidir.
50. Savaşa karşı mücadele, parti faaliyetinin bütün diğer alanlarıyla yakından bağlantılıdır. PSG, militarizme ve savaşa karşı mücadeleyi, işçi sınıfının toplumsal ve siyasal haklarını savunmaya yönelik seferberliği ile birleştirir. Emperyalizme karşı mücadele, kapitalizme karşı bir mücadeledir. Savaş karşıtlığından doğan, Bundeswehr'in (Alman ordusu) lağvedilmesi, ülke dışındaki bütün Alman askerlerinin derhal geri çağırılması, gizli servislerin dağıtılması yönündeki bütün talepler, işçi sınıfının, iktidarın ele geçirilmesini ve dünya ekonomisinin sosyalist bir temelde dönüştürülmesini hedefleyen bağımsız ve devrimci seferberliğini gerektirir. Özel kar birikimi dürtüsünün yerini, üretimin toplumsal gereksinimleri karşılayacak şekilde akılcı ve demokratik planlaması almalıdır.
51. Dördüncü Enternasyonal'in Uluslararası Komitesi'nin ve PSG'nin gücü, programlarının küresel ekonomik gelişmeye karşılık gelmesi ve işçi sınıfının çıkarlarını dile getirmesi gerçeğine dayanmaktadır. Partinin büyümesi, bu nesnel sürecin bilinçli ifadesidir. Bununla birlikte, bu büyüme otomatik olarak gerçekleşmez. Onun devrimci programı uğruna mücadele etmek gerekir. İşçi sınıfına yaklaşan mücadeleler için bir temel ve önderlik sağlamak için, her bir üye, partiyi, başlıca fabrikalarda, işyerlerinde, okullarda ve üniversitelerde inşa etmekle görevlidir. Savaşa karşı mücadeledeki temel stratejik görev, işçi sınıfının yeni devrimci önderliği olarak Dördüncü Enternasyonal'in Uluslararası Komitesi'nin ve şubelerinin inşasıdır.