WSWS arşivinden

PKK üzerine bir bilanço

Almanca orijinali 3 Mart 1999da yayımlandı.

Dünya Sosyalist Web Sitesi (WSWS) Yayın Kurulu, Abdullah Öcalan’ın derhal serbest bırakılması çağrısı yapar. Avrupa hükümetlerinin ona sığınma vermeyi reddetmesi ve ardından Ankara tarafından kaçırılması, temel demokratik haklara yönelik tehlikeli bir saldırıdır. Öcalan’ın Türk hükümeti tarafından yaklaşan yargılaması, adil bir yasal süreç değil; Kürtlere karşı kanlı iç savaşın doruk noktasıdır. Kürdistan İşçi Partisi (Partiya Karkerên Kurdistan, PKK), bir terör örgütü değil, ezilen ulusal bir azınlığın siyasi bir örgütüdür.

Londra'da PKK destekçileri, 2003. [Photo by Juan Pablo Arancibia Medina / CC BY-SA 3.0]

Bununla birlikte, ezilen Kürt halkıyla dayanışmamız ve ona olan sempatimiz, bizi, PKK’ye dair eleştirel bir bilanço çıkarma sorumluluğundan muaf tutmaz. Öcalan’ın yakalanma koşulları -Nairobi’deki Yunanistan büyükelçiliğinde tam yalıtılmışlık içinde gizlenmek zorunda kalmıştı- kendisini içinde bulduğu siyasi çıkmazın çarpıcı bir resmini çizmektedir.

PKK, 20 yıl önce kurulmasından bu yana, Türkiye’deki Kürt azınlığının ezilmesinin üstesinden, bağımsız bir ulus devlet kurma yoluyla gelmeyi hedefledi. Buna, PKK belirli komşu devletlerin örtülü desteği ya da izni ile faaliyet gösterse bile, sözde “bizzat kitlelere” dayanan bir gerilla mücadelesi yoluyla ulaşılacaktı. Bu yol hiçbir başarı belirtisi olmadığını gösterince ve ardından da uluslararası durumdaki değişiklikler bu yolun oldukça umutsuz olduğunu ortaya çıkarınca, örgüt, gitgide artan oranda diplomatik manevralara bel bağlamaya başladı. PKK, başlangıçtaki iddialarından her geri adım atışın ardından, önce [ABD Başkanı] Clinton’a ve ardından özellikle Avrupa’ya doğru dikkatli adımlarla, emperyalist güçlerin desteğini kazanmaya çalıştı. Sonunda, PKK genel sekreterinin tuzağa düşürülmesine izin veren, bu aynı Avrupalı hükümetler oldu.

PKK’nin kökenleri

Türk ordusunun Kürt azınlığa yönelik iyice belgelenmiş olan barbarca baskısına ve zulmüne dönüp bakınca, bağımsız bir devlet talebi oldukça akla yatkın gibi görünebilir. Ne var ki PKK, bu talebi, Kürt sorununun başka bir yolla, Kürt ve Türk işçi sınıfının ortak hareketi yoluyla çözümünün elde edilebilir olduğu bir durumda yükseltmişti.

Türkiye’de 1950’lerde ve 1960’larda yaşanan hızlı sanayileşmenin ardından, 1968 ile 1971 yılları arasında çok sayıda resmi ve kendiliğinden grev ve fabrika işgali meydana gelmişti. Polis ile şiddetli çatışmalar gündemdeydi. DİSK 1967’de sarı Türk-İş konfederasyonundan kopan sendikalar tarafından kuruldu. Kendilerini şu ya da bu şekilde sosyalist olarak gören çok sayıda grup ve örgüt ortaya çıktı. Kendilerine Marksist diyen gazetelerin ve dergilerin baskı sayıları altı haneli rakamlara ulaştı.

PKK, o dönemin öğrenci protesto hareketinden çıktı. Onun kuruluşu için hazırlık niteliğindeki ilk toplantılar, 1970’lerin başlarında düzenledi. Kurucu üyelerinin büyük kısmı, 1960’ların ortasında kurulan sosyal demokrat Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) önderliğine karşı bir başkaldırıdan ortaya çıkan Devrimci Gençlik Federasyonu’ndan (Dev-Genç) geliyordu.

Bununla birlikte, bu başkaldırı, TİP tarafından savunulan “parlamenter yol”dan daha radikal yöntemlere yüzeysel bir hayranlık düzeyinde kaldı. Onlar, Türkiye işçi sınıfı için Marksist bir yol bulmuş değillerdi.

Dev-Genç, Mao’yu, Che Guevara’yı, Fidel Castro’yu ve Vietnam’daki gerilla savaşını yüceltti. Stalin ve Mao tarafından paylaşılan klasik “iki aşama” teorisini takip ederek, işçi sınıfının toplumsal mücadelelerini bir ulusal cepheye tabi kıldılar. Onlar, Türkiye’yi, bağımsızlığını hâlâ elde etmesi gereken, emperyalizm tarafından ezilen bir ülke olarak görüyorlardı. Asıl cephe, Türkiye’deki sınıflar arasında değil, gerçek yurtsever güçler ile emperyalizm arasındaydı. İşçi sınıfına ikincil bir rol yüklendi. Dev-Genç, 1967’de yazılmış olan bir açıklamasında şöyle diyordu: “Sömürge ülkelerde, yalnızca köylülüğün devrimci olduğu ortadadır. Onların kaybedecekleri bir şeyleri yok; kazanacakları bir dünya var. Köylüler, sınıf dışı unsurlar, açlık çekenler, yakında yalnızca şiddetin işe yaradığını fark edecek olan sömürülenledir.”

Sonraki yıllarda, Dev-Genç’ten birçok küçük gerilla örgütü çıktı. Fakat ya hızla yok edildiler ya da kendilerini tasfiye ettiler.

Kürt sorunu, siyasi olarak aktif öğrencilerin hararetli bir şekilde tartıştığı konular arasındaydı. Kürt azınlık, birçok açıdan ayrımcılığa uğruyordu: dilleri ve yaşam tarzları tanınmamıştı. Abdullah Öcalan ve PKK’nin kurucu kadrosu, Maocu grupların Türkiye ile ABD arasındaki ilişki konusundaki milliyetçi görüşlerini, Türkiye ile Kürdistan arasındaki ilişkiye kopyaladılar.

Bundan, kaçınılmaz olarak, karşılıklı Türk ve Kürt şovenizmi suçlamaları ortaya çıktı. Christiane More, PKK’nin diğer örgütlere yönelik yaklaşımını tanımlarken, yerinde bir formülasyon ifade etmişti: “PKK’nin diğer hareketlerle ilişkilerinin sınıf mücadelesi kriterinden çok kendi kaderini tayin etme ilkesine dayandığı açıktır.” [1]

Öcalan ve izleyicilerine göre, Türkiye tarafından sömürgeleştirilmiş bir ülke olan Kürdistan, öncelikle ulusal bağımsızlığını kurmalıydı. İlk olarak, işçi sınıfının ve köylülerin toplumsal mücadelelerinden, ulusal mücadelenin önceliği yararına vazgeçilmeliydi. Yine de 1978’de kurulan örgütün “Kürdistan İşçi Partisi” (PKK) adını alması, 1960’ların ve 1970’lerin militan işçi hareketine uyarlanmanın bir parçasıydı. Örgüt, aynı zamanda, “iki aşamalı” teorinin kaynağı olan Stalinizmin etkisini temsil ediyordu.

Öcalan’ın, 1978 kuruluş kongresinde kabul edilen Kürdistan Devriminin Yolu manifestosu, bu noktada belirsizliğe yer bırakmamaktadır: “Milli baskı çözümlenmeden, ülkenin hiçbir sorunu çözümlenemez. Ülkedeki baş çelişki milli nitelikte olup, diğer tüm çelişkilerin çözümlenmesi, bu çelişkinin çözümlenmesine bağlıdır.” [2]

Program, bağımsız bir devletin kurulmasını takip edecek gelecekteki bir “işçi-köylü hükümeti”nin, ezilen sınıfların toplumsal durumunu iyileştirmek üzere bir dizi önlem uygulamaya koyacağını öngörüyordu: toprak reformu, toprakların yoksul köylüler arasında paylaştırılması; sekiz saatlik işgünü; bir ekonomik ve endüstriyel inşa programı ve benzeri. Ancak, bu toplumsal talepler, silahlı mücadele yoluyla gerçekleştirilmeye çalışılan “milli demokratik devrim” karşısında ikinci sırayı almalıydı: “Mücadele yöntemleri, zorunlu olarak, kapsamlı biçimde şiddete dayanmalıdır.”

PKK ve işçi sınıfı

Bu strateji, doğrudan doğruya, Kürt köylülerinin işçilere dönüşmesine, kentlere ve yurt dışına, özellikle de yerli işçi sınıfı ile bütünleşecekleri Batı Avrupa’ya göç etmelerine karşı çıkmayı amaçlıyordu. Bu göç süreci, 1960’larda ve 1970’lerde çoktandır başlamış durumdaydı.

Dağlık Kürt bölgelerinde, toprak reformu yoluyla ortadan kaldırılmamış güçlü feodal yapılar varlığını sürdürüyordu. Toplum, bir aşiret yapısı ile damgalanmıştı; büyük toprak mülkiyeti hakimdi. Fakat tarımda 1950’lerde başlayan makineleşme ve Türkiye’nin batısında giderek artan sanayileşme, halkın geniş çaplı proleterleşmesine zemin hazırladı. Yetkin bir çalışmada şunlar belirtiliyor:

“Kürtler, toprak kıtlığı ve iş yokluğu nedeniyle köylerini terk ediyor. Kürdistan’da, onları istihdam edebilecek bir sanayi yoktu; dolayısıyla sanayi merkezlerine gittiler (ve daha birçokları onları takip etmek istiyor) ve gelişmelerine katkıda bulundular. İşin garip yanı, Kürt sermayesinin bir kısmı da aynı yolu tutuyor. Zengin insanlar, paralarını toprağa (arazi elde edebiliyorsa ama bu nadirdir), tarım makinelerine, merkezlerde ise ticarete ve sanayiye yatırıyor. Bu demek ki: bir Kürt proletaryası ve aynı zamanda Kürt sanayi sermayesi var ama her ikisi de Kürdistan dışında bulunuyor.” [3]

Başka bir sosyolojik çalışmada şunlar belirtiliyor:

“[1962’den 1978’e kadar] toprakta istihdam edilenlerin sayısı çok az düşmüş olmasına rağmen (9,7 milyondan 9 milyona), tarımın gayrisafi yurtiçi hasıla içindeki payı yüzde 40’tan yüzde 22,2’ye indi. Bu gelişmenin bir sonucu, tarımda çalışanların gelirlerinde azalma ve sonra kırdan göçtü. Kentlerin çevresinde birdenbire gecekondular türüyordu.” [4]

Tüm bunlar, bağımsız bir ulus devletin omurgası olarak bir Kürt burjuvazisinin oluştuğu anlamına gelmemekte; tersine, Kürt halkının Türk ve uluslararası işçi sınıfı ile bütünleşmesine işaret etmektedir. Türk ve Kürt işçilerinin ortak bir sosyalist program sayesinde birleştirilmesi fazlasıyla mümkündü. Bir işçi hükümeti perspektifi, kuşkusuz, Kürt azınlığın bastırılmasına karşı mücadelede ve geri kalmış dağlık bölgelerin yapısal gelişimi için olumlu umutlar doğuracaktı.

Öte yandan, bağımsız bir ulusal devlet kurma projesi, bu tarihsel gelişmeye geriye dönük bir tepkiydi. Bu proje, böyle bir devlet aygıtı içinde kariyer ve makam sahibi olmayı umabilecek az sayıda işsiz Kürt akademisyen dışında gerçekçi bir toplumsal tabanı olmadığı için, başlangıçta çok az destek kazandı.

PKK, kent işçi sınıfına sırtını çevirdi. Kuruluşunun ardından, 1979-80’de, büyük toprak sahipleri ile birkaç çatışmaya girdi ve bunları, köylülerin zaman zaman gösterdiği belirli bir sempati takip etti. Büyük toprak sahipleri arasındaki “yurtsever unsurları” korkutup kaçırmamak amacıyla, köylüleri kurtaracak radikal bir programdan vazgeçtiği için, PKK’ye yönelik destek sınırlı kaldı. Tek tek ağalarla, rakip Kürt örgütleriyle ve faşist Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ile kanlı çatışmaları, sıradan insanlar arasında çoğunlukla korkuya ve dehşete yol açtı.

Bu arada, Bülent Ecevit’in sosyal demokrat hükümeti, militan işçi hareketinin kontrolünü sağlamak için ulusal şovenizmi ve dinsel farklılıkları kasten canlandırıyordu. Türkiye’nin 1974’te Kıbrıs’ı istila etmesi, Ecevit’in başbakanlığı döneminde gerçekleşmişti. Ecevit, İslamcı Milli Selamet Partisi (mevcut Refah Partisi’nin önceli) ile koalisyon hükümeti kurdu ve İmam Hatip Liseleri’nin kapsamını genişletti. Ecevit, bu şekilde çatışmaları bir kez tetikleyince, 1978’de, büyük batı kentlerinde ve Kürt illerinde sıkıyönetim ilan etti. Bu dönemde, sosyalist olduğunu iddia eden örgütlere üye olan bir milyon dolayında işçi ve öğrenci vardı.

Ancak bunun toplumsal huzursuzluğu kontrol altına almasının mümkün olmadığı ortaya çıkınca, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), CIA’in desteğiyle, 12 Eylül 1980’de askeri darbe düzenledi. Soğuk Savaş’ın cephe hattı devletlerinden birindeki istikrarsız durum, Amerikan hükümetini tedirgin ediyordu.

Darbeyi, tüm sol örgütlere yönelik büyük çaplı devlet baskısı takip etti. Sosyalist partiler ve sendikalar yasaklandı. PKK de ağır darbe aldı. 1983’te 1.800 kadar PKK üyesi “bölücü faaliyetler” ile suçlanıyordu. Büyük kısmı, Suriye’ye ve Lübnan’a kaçarak imha edilmekten kurtulmuştu; bazıları da İran’a ve Irak’a gitmişti. İki yıl sonra PKK, Lübnan’da, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile yan yana savaşıyordu. Öcalan ise 1979’da çoktan Suriye başkentine sürgüne gitmişti.

Türk ordusuna karşı savaş

PKK, Suriye’nin denetimindeki Bekaa ve Barlias vadilerinde, gerilla eğitimi kampları kurdu. Örgüt, 1984 yazında, Türk ordusunun iki askeri karakoluna yönelik baskınlarla yeni bir silahlı mücadelenin başladığını ilan etti. Önce “Kürdistan Kurtuluş Güçleri” (HRK), sonra da 1986 baharında “Kürdistan Halk Kurtuluş Ordusu” (ARGK) kuruldu.

1980’lerin ikinci yarısı, Türk devletinin gerillalara karşı yürüttüğü acımasız savaşla damgalandı. Hükümet, Irak sınırındaki Kürt köylerini yerle bir edip, köylüleri sürdüğü bir “yakıp yıkma” politikası izledi. Kürt kaynaklarına göre, 1984 ile 1990 arasında, 2.500 dolayında köy bu tür zorunlu göç politikasına tabi tutuldu.

Hükümet, 1985’te, “köy koruculuğu” denilen sistemi uygulamaya koydu. Bu, rüşvet verilen ve PKK’ye karşı savaşmak üzere silahlandırılan kişileri ya da bütün bir Kürt aşiretini kapsıyordu. Türk ordusunun ve paramiliter güçlerinin uyguladığı terör birçok görgü tanığı tarafından anlatılmıştır ve herhangi bir tarafsız gözlemci tarafından soruşturulmamıştır.

Eski bir astsubay olan Yener Soylu, yaptıklarını gazeteci Gottfried Stein’a şöyle açıklıyordu: “İnsanların önüne bir seçenek koyuyorduk: ya köy korucusu olacak ya da başka bölgelere yerleştirileceklerdi. Akşam, gerillalarla çatışma gibi görünen bir olay sahneler, pencerelere ateş eder ve ağır silahları köye çevirirdik. İnsanlar hasatlarına ve hayvanlarına bel bağladıkları için, tarlalarına zarar verir ve hayvanlarını öldürürdük. Bu da olmazsa, köyü kuşatır ve kontrgerillaları köye gönderirdik. İnsanları sorguya çekip, birkaçını öldürürlerdi. Bazen, sadece eğlenmek için lav silahlarıyla ya da roketatarlarla evlerini yakar veya etrafa patlamamış el bombaları bırakırdık.” [5]

Soylu, ayrıca, ordunun korkunç işkence yöntemlerini anlatıyor ve şu yorumda bulunuyordu: “İşkence görmeniz için bir PKK savaşçısı şüphelisi olmanız gerekmezdi; Kürt olmanız yeterdi.” [6] 12 yaşındaki Kürt çocuklar bile işkenceden ölmüştü.

PKK, buna benzer şekilde karşılık verdi. Bölgeden kaçmamış ya da sürülmemiş olan sivil halk, sık sık iki cephe arasında kaldı. Ordu, PKK’ye karşı duruş sergilemeyi reddeden herkesi işkence ve ölümle tehdit ediyordu. Gerillalar ise, köy korucularının evlerini Suriye roketleriyle vuruyor ve “işbirlikçi” olduğundan şüphelenilenlerin acımasızca peşine düşüyordu. “Ahlaki ve ideolojik yıkıcılık merkezleri” diye adlandırdıkları Türk okullarını kullanılmaz hale getirdiler. Bu aynı zamanda çok sayıda öğretmenin öldürülmesi demekti.

PKK, Ekim 1986’daki üçüncü parti kongresinde, halktan zayıf destek geldiğinden yakınıyordu. Sonraki yıllarda Türk devletinin uyguladığı terörün yarattığı mutlak çaresizlik, onlara yeni güçler gelmesini sağladı. Ancak hâlâ Kürt halkı içinde gerçek bir kitlesel destek ya da derin kökler söz konusu değildi. PKK, yayınlarında bundan yakınmayı sürdürdü ve 1990’daki dördüncü kongresinde bunu açıkça itiraf etti. Abdullah Öcalan, bu kongrede yaptığı konuşmada, “yerel önderlerin halka yönelik toplu cinayet ve saldırıları”nı ciddi bir hata olarak niteledi: “Halka, doğru bir şekilde ve dikkatle davranılmaması yalnızca düşmana hizmet eder.” [7]

Irak’ın kuzeyinde bulunan Mesut Barzani önderliğindeki Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) içinde geçici müttefiklerinin onları arkadan vurmaya başlaması, PKK için durumu daha da zorlaştırdı. 1988’de, İran-Irak Savaşı’nın sonunda, Saddam Hüseyin, kuzey Irak’taki Kürtlere zehirli gazla saldırı düzenledi. Bunun sonucunda, Barzani’nin Ankara hükümetiyle ilişkiler geliştirdiği ve PKK’ye karşı diğer Kürt örgütleriyle bir ittifak kurduğu komşu Türkiye’ye bir sığınmacı akışı meydana geldi. Sonraki yıllarda, Barzani’nin birlikleri, sık sık, Türk ordusunun kuzey Irak’taki PKK üslerine yönelik saldırılarına onlarla beraber katıldılar.

1988’e gelindiğinde, silahlı mücadeleye ilişkin giderek artan umutsuzluk, PKK’nin daha şimdiden ilk ateşkesini teklif etmesinde ifadesini buldu. Bu teklif, Türk hükümeti tarafından geri çevrildi.

Siyasi yön değişikliği

Belirleyici dönüm noktası, Sovyetler Birliği’nin 1989’dan beri yaklaşmakta olan çöküşü ve 1991 başındaki Körfez Savaşı ile geldi.

1989’da Türkiye’de militan işçi mücadelelerinde bir canlanma söz konusuydu ve bu, Ocak 1991’deki genel grevle en yüksek noktasına ulaşmıştı. Doğu Avrupa’daki Stalinist ülkeler, kitlesel protestolarla kaynıyordu. 1990’da, Türk ordusunun katliamlarının ardından, Filistin’deki intifadadan ilham alan binlerce genç Kürt illerinin sokaklarına döküldü (serhildan). Amerika’nın Körfez Savaşı’ndaki rolü, öfkeyi kışkırtmıştı.

Oldukça beklenmedik bir şekilde, bu toplumsal hareket, PKK’ye yeni güçler ve kuvvetli bir destek getirdi. Bununla birlikte, Sovyetler Birliği’nin ölümü ve Körfez Savaşı, PKK’nin önceki stratejisinin altını bütünüyle oymuştu. “Halk, her devrimci hareketin ana dayanağıdır,” biçimindeki neredeyse adetten olan sözlere karşın PKK, yalnızca, Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad hükümetinin koruması ya da hiç değilse göz yumması sayesinde faaliyet gösterebiliyordu. Öcalan ve PKK Merkezi Komitesi üyeleri Şam’daydılar ve örgütün en önemli üsleri ve eğitim kampları, Suriye’nin denetimindeki Bekaa Vadisi’ndeydi.

Sovyet Birliği’nin sonu, önceden emperyalizme karşı belirli bir hareket alanına sahip olan bu tür Arap rejimlerinin başlıca ekonomik ve siyasi desteklerini yitirmeleri anlamına gelmişti. Bu, Sovyet cumhuriyetlerindeki önemli pazarları ve ticari ilişkileri kaybeden Suriye için de geçerliydi ve Suriye, Avrupa güçlerine doğru yönelmeye başladı.

Dahası, Suriye, Ocak 1991’de Irak’a karşı savaşında ABD’yi destekledi. Bush yönetiminin bu askeri harekâtı, dünyanın başlıca emperyalist gücü olarak Amerika’nın, Ortadoğu’da kendi çıkarları doğrultusunda yeni bir düzen kurma yönündeki açık iddiasına işaret ediyordu. Türkiye, NATO operasyonları için bir üs ve sıkı bir Amerikan müttefiki olarak merkezi bir rol oynuyordu. PKK, kendisini aniden dünya boyutlarında bir siyasi mücadelenin kesişme noktasında bulmuştu.

Öcalan bunu fark etti ama hemen bir cevap veremedi. PKK’nin o dönemki açıklamaları, özellikle de –Kurdistan Report’ta– yer alan Aralık 1990’daki dördüncü kongre belgeleri ve ardından gelen Körfez Savaşı üzerine açıklaması okunduğunda, net bir resim görülebilir. Önceki askeri stratejisi başarısız olunca, PKK de yeni ortaklar, diplomatik manevralar ve bölgedeki ya da Avrupa’daki hükümetler arasında daha güçlü müttefikler aramaya koyuldu.

PKK’nin eski ilkelerinden bir kopuşa işaret ettiği için, bu yeni politikayı örgüt içinde kabul ettirmek çok zor oldu.

Geçmişte, PKK, koşulsuzca bir bağımsız devlet çağrısı yapması ve Türkiye içindeki Kürtler için özerkliğe dayanan herhangi bir kısmi çözümü reddetmesi ile kendisini diğer Kürt örgütlerinden sürekli ayırırdı. Barzani’nin KDP’sinin ve ABD ile sürekli işbirliği yapan, Körfez Savaşı’nda açıkça onun safında savaşan Celal Talabani’nin Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin (KYB) tutumlarını kıyasıya eleştiriyordu.

PKK, Körfez Savaşı’nın ilk aşamalarında, 15 Ekim 1990’da şunları yazıyordu: “Ülkemizin Irak işgali altındaki kısmında bulunan Kürt direniş gruplarının tavrı, politikalarının stratejik bir unsuru olarak düşmanının düşmanı ile işbirliği çizgisini izleyen Kürt egemen sınıfının klasik tutumudur. Mevcut tutum, emperyalizme yaranmaya karşılık gelmektedir. Bu [tavır], Kürtleri her zaman satranç tahtasındaki bir piyon olarak görmektedir. Bu, gerici özerklik çağrısı ile sıkıca bağlantılıdır; tabii eğer bu talebin bir sonucu değilse.” [8] PKK, bunun karşısına, “emperyalist-sömürgeci savaşa ulusal bir ayaklanma ile karşı koyma” gerekliliğini çıkarıyordu.

Ama sonunda, PKK’nin politikalarının mantığı, kaçınılmaz olarak, onu diğer örgütlerde mahkûm etmiş olduğu ile aynı yola soktu. Ortadoğu genelindeki işçi sınıfının ya da en azından Türk ve Kürt işçilerinin ortak seferberliğini hedefleyen bir programı reddettiği için, “emperyalizme yaranmak”tan başka bir yol kalmamıştı. Dahası, ABD’nin Irak’a karşı Körfez Savaşı’nda denediği silah teknolojisine karşı gerilla savaşı stratejisinin umutsuz olduğu da açıktı.

Gerilimler ve kafa karışıklığı

PKK içinde yeni yol, sonraki yıllarda önemli iç bölünmelere ve gerilimlere karşın hayata geçirildi. Bu sürece, çok sayıda parti içi temizlik ve Öcalan’ın akıldışı bir şekilde ilahlaştırılması eşlik etti. Bu, PKK önderliğinin arkasından yönetebileceği ideolojik bir maske sağlıyordu.

1990 sonundaki parti kongresi Sovyetler Birliği’nin sona ermesini tartışmaya başlayınca, umutsuz bir kafa karışıklığı patlak verdi. Bu olayın kökenleri, politika alanının dışında aranıyordu. Öcalan, bunu, birkaç yıl sonra, şu cümlelerle özetliyordu: “Sosyalist ideolojinin açmazının nasıl ahlakta yattığını gördük. Öyle görünüyor ki, reel sosyalizmin sona ermesinin bir nedeni, ahlaki değerlerin ve dinin ihmal edilmesiydi.” [9] Bu değerlendirme, PKK’nin “Marksist-Leninist” söylemden yavaş yavaş uzaklaşmasının başlangıcıydı.

Artık tüm bölgenin; hatta insanlığın umutları sadece Kürt özgürlük mücadelesine bağlıydı. Dördüncü kongre, resmi olarak, “Ya özgür vatan, ya ölüm!” sloganını duyurdu. Bu savaşçı dil, açıkça, Kürt bölgelerindeki militan ama siyasi olarak deneyimsiz gençlere göre tasarlanmıştı: “Kürdistan, PKK önderliğinde, tarihinin en şanlı ve görkemli direnişine hazırdır. Savaşları, cenneti ve cehennemi sarsacaktır.”

Aynı zamanda, Öcalan’a gelecekteki diplomatik manevralar için tam serbestlik kazandırmak üzere, parti içi muhaliflere yönelik kapsamlı bir temizlik yapılıyordu. Şunun gibi uzun paragraflara sık rastlanabilir: “Konferans, mücadelede hiçbir kural tanımayan feodal komplocuların, devrimci yaşamı mahveden, asi haydutlara dönüşmüş gerillaların bütünüyle üstesinden gelmiştir… Kongremiz, ulusal kurtuluş mücadelesinin gelişmesinde ve zaferin elde edilmesinde Başkan Apo’nun belirleyici rolünü bir kez daha saptamıştır… Her türlü bozguncu ve yıkıcı faaliyete karşı mücadele ve (Öcalan’ın) seçkin kişiliğinin etrafında daha sıkı bir şekilde kenetlenme ihtiyacı tamamen desteklenmiştir.” [10]

Körfez Savaşı’ndan hemen sonra PKK, ateşkes şartlarını ilan etti ve Türk hükümetine görüşme teklifinde bulundu ancak bunda başarısız oldu.

PKK, Körfez Savaşı’nın sonunda, 1 Nisan 1991’de yaptığı bir açıklamada şunları belirtiyordu: “Bir taraftan, önceden gerici statükonun önemli bir ayağı olan Irak zayıflarken, emperyalizm bölgede yeni düzenini kuramamıştır. Bu, bölge halkları; özellikle de Kürt halkı ve aynı şekilde Irak ve Türkiye halkları için yeni olanaklar meydana getirmiştir.” [11]

PKK artık Avrupalı güçlere yönelmeye; bağımsız bir Kürt devleti kurmak için desteklerini istemeye ve kazanmaya koyulmuştu. Bu arada, Ocak 1991’de, Öcalan, Körfez Savaşı sırasında ABD’yi desteklemiş olan Irak Kürdistan Cephesi’nin önderi Celal Talabani ile bir araya geldi. Görüşmeden sonra, Talabani, Türk devletinin başında bulunan Turgut Özal ile konuşmak üzere derhal Ankara’ya geçti. Çok geçmeden Washington’a gitti ve orada ABD Başkanı George Bush ile görüşme yaptı. Haliyle, PKK, kendisi ile bu görüşmeler arasına mesafe koydu: “Halk, her devrimci hareketin temel dayanağı olmayı devam etmektedir. Hiçbir taktik, hiçbir faydalı uluslararası gruplaşma ve özellikle de hiçbir emperyalist destek bu rolün yerini alamaz.” [12] Ne var ki PKK, Talabani ile işbirliği teklifini açık tutuyordu ve bu politikayı hızla sürdürmeye çalıştı.

Bu süreçte, Türk hükümeti, Kürt bölgesindeki terörünü yoğunlaştırdı. 1992 Newroz’unda sivillerin katledilmesi, uluslararası ölçekte iyi bilinmektedir. Ordu, kutlama yapan kalabalığa ateş açtı ve yüzden fazla kişi (resmi açıklamaya göre 57 kişi) öldürülürken, yüzlercesi de yaralandı. Türk güvenlik güçleri tarafından gerçekleştirilen çok sayıda başka kanlı eylem oldu. Baskı, 1980’lerdekinden daha kötüydü.

1992’de ve 1993 başlarında, PKK geniş destek kazanmayı sürdürdü. Lahey’de açılışını yaptıkları sürgün parlamentosunun 1992’deki seçimlerine yaklaşık 100.000 kişi katıldı. Bu büyüme, ordunun baskısından kaynaklanan öfkenin dışında, muhtemelen, Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından Türk işçi örgütlerinin sağa doğru keskin bir dönüş yapmaları ve sosyalizme yönelik her türlü iddiadan resmen vazgeçmeleri ile bağlantılıydı.

Öcalan, Bar Elias’ta Celal Talabani ile Mart 1993’te yaptığı ortak basın toplantısında, tek taraflı bir ateşkes ilan etti ve ilk kez PKK’nin bağımsız bir devlet talebinden vazgeçtiğini herkesin önünde duyurdu. Öcalan, PKK’nin Kürt sorununun siyasi yollarla çözümüne ve barışçıl müzakerelere başlamaya hazır olduğunu söyledi. Bu çağrı, çeşitli Avrupa hükümetleri ve genel olarak Avrupalı sosyal demokratlar ile Yeşiller tarafından desteklendi. Türk hükümeti ise buna provokasyonlarla karşılık verdi ve ateşkes yalnızca Temmuz ayının başına kadar devam etti.

PKK’ye bağlı Kürdistan Ulusal Kurtuluş Cephesi (ERNK), bu ateşkes teklifinden iki yıl önce şu tehditte bulunmuştu: “Düşmanla, ulusal bağımsızlığa karşı herhangi bir kültürel özerklik biçimine ilişkin olarak pazarlık yapanlar, bunun bedelini ağır öderler. Ulusal kurtuluş hareketimizin hiçbir kuvvetin zapt edemeyeceği öfkesinden kendilerini kurtaramazlar ve imha edilirler.” [13] Şimdi ise bizzat “Apo” bağımsız bir devlet çağrısından vazgeçmişti ancak Türk hükümeti daha da büyük bir gaddarlıkla savaşı sürdürüyordu.

Hükümet, her şeyden önce, Türkiye içinde artan sınıfsal kutuplaşamaya karşı hareket ediyordu. PKK, Türk işçilerin mücadelelerini –ne zaman militanlaşsalar– takdirle anar ve çeşitli Maocu örgütlerle ortak açıklamalar yayımlardı. Ancak örgütün başlıca çabası, çeşitli emperyalist güçler ile bir uzlaşmaya varmaya yoğunlaşıyordu.

1995’te, İstanbul’da, on binlerce Kürt’ün ve Alevinin yaşadığı en yoksul semtlerde şiddetli ayaklanmalar patlak verdi. Fakat PKK, beşinci kongresinde, “devletlerden ve kurumlardan gelen diyalog teklifleri”ne doğru yönelmişti ve İslamcıları ERNK içinde “daha da geniş bir halk cephesi”nin faaliyetine dahil etme peşinde koşuyordu.

“Ulusal sorun”un varsayılan çözümüne herhangi bir sosyalist perspektif karşısında öncelik verme stratejisi, artık PKK’yi yoksul Kürt kitlelerinden açıkça ayırıyordu. Kasabalarda ve kentlerde aktif olan DEP (sonradan HADEP), tarifsiz bir yoksullukla karşı karşıya olan gecekondu mahalleleri sakinlerinin gereksinimlerini karşılayacak bir programa sahip değildi. Orta sınıf içindeki eğitimli ve daha varlıklı kesimlerin desteğine bel bağlıyordu.

Bu arada, Türk burjuvazisinin bir kesimi, PKK ile bir uzlaşmaya varma isteğinin işaretini vermişti. 1980’lerin sonunda TÜSİAD başkanlığı yapan Cem Boyner, 1995’te, açıkça, Kürt bölgesinde özerklik konusunda müzakere edilmiş bir çözüm çağrısı yaptı. Cumhurbaşkanı Özal da daha önce sorunu konuşmaya hazır olduğunun sinyalini vermişti. Ne var ki bu kanat üstün gelemedi. Şiddetlenen toplumsal çatışma ile karşı karşıya olan Türk egemen sınıfı, polis ve ordu şiddetine dayalı sağlam karta bel bağladı.

Umutsuz manevralar

PKK’nin müttefik arayışı, artık artan biçimde umutsuz ve küçük düşürücü biçimler almıştı. Öcalan, kendisini ve PKK’yi, ABD’nin bölgedeki güçlü etkisine karşı bir araç olarak kullanması için özellikle Alman hükümetine başvurdu. Öcalan, 20 Mayıs 1996’da Die Welt gazetesine verdiği röportajda şunları söylüyordu: “Birçok Alman erdemi bugün hâlâ geçerlidir ve Alman ürünleri hâlâ hayranlık uyandırır: teknoloji, arabalar, tıbbi ürünler, vb. Ve özellikle Almanların federalizm siyasi modeli. Bununla birlikte, günümüz Almanya’sında yakışmaz bulduğum birçok şey de var. Örneğin, açıkça çok sayıda Alman, karakteristik manevi mirasını kasıtlı olarak terk etti; onlar benzersizliklerini inkâr ediyor ve bunun yerine küçük Amerikalılar gibi davranmayı tercih ediyorlar. Ayrıca dış politika meselesi var. İnsan, sık sık, artık bağımsız bir Alman dış politikasının olmadığı izlenimine kapılıyor. Oysa yeniden birleşmiş bir Almanya, kendi önemini anlamalı ve kendi çıkarlarının peşinden gitmelidir. Ancak Almanya sadece bir eklenti olmaktan memnun gibi görünüyor.”

Öcalan, Almanya’nın ulusal çıkarlarına doğrudan seslenmek için, adı çıkmış sağcı Hristiyan Demokrat Milletvekili Heinrich Lummer’in ziyaretini kullandı: “Ortadoğu’nun en büyük üç devleti olan Irak, İran ve Türkiye içinde hatırı sayılır bir Kürt nüfusu var. Şu anda durum öyle görünmese bile, er ya da geç, bu devletlerde Kürtlerin işbirliği olmadan hiçbir şey kımıldamayacak. En azından, bizim insan haklarımız reddedildiği sürece, Almanya için de önemli olan bu bölgede barış söz konusu olamaz… Kürdistan’daki durum sonunda değişir ve böylece Almanya’daki Kürtler yurtlarına dönebilirlerse, bu Almanya için yalnızca iyi olur.”

PKK, 1997’deki yayınlarında, Ortadoğu’daki güç ilişkilerini kapsamlı şekilde ele aldı. Bu yayınlarda, ABD, Türkiye ve İsrail tarafı ile Rusya, İran, Irak ve Suriye tarafı arasındaki çıkar çatışmalarından nasıl yararlanılabileceğine ilişkin değerlendirmelerini belirtiyordu. Bu, Hazar Denizi’ndeki petrol rezervlerinin çıkarılması ve bunların ihtilaflı bir boru hattı rotası üzerinden Batı’ya taşınması ile ilgili idi. Kurdistan Report’ta yayımlanan bir makale (97. Sayı, 1997), Suriye ile Irak arasındaki ilişkilerin ısınmasını, Türkiye’nin stratejisine yönelik ciddi bir darbe olarak kutluyordu.

PKK’nin krizi tırmandı. Türkiye saldırılarını kesmediği için, savaşçılarının önemli bir kısmı öldürüldü. Örgüt, 1997’de, Türk ordusuyla ve kuzey Irak’taki KDP savaşçılarıyla 2.000’den fazla çatışma olduğunu belirtiyor. Örgüte göre, bu çatışmalarda, 2.759 Türk askeri, 2.713 işbirlikçi (597 korucu dahil) ve yaklaşık 1.000 gerilla ölmüş. Bu, acımasız yıpratma savaşında bir rekordur.

PKK’nin Mart 1998’deki Ortadoğu konferansı, önceki dönemde örgütün halk kitleleri ile bağlarının zarar görmüş olduğunu belirtiyordu. Kurdistan Report’un 91. sayısında (1998) şunlar yazıyordu: “Konferans, kesinlikle, halk ile önderliği arasındaki bağın mücadelemizin temeli olduğunu vurguladı ki bu neredeyse unutulmuştur… Pragmatik, geri ve dışlayıcı davranış sert eleştiriye tabi tutuldu.” “Özgür Kadın Birliği” ve kadın ordusu, uygun olarak geliştirilmemişti. “Halka daha yakın olmak için gereken duyarlılığın gösterilmediği saptandı. Bunun yerine, halkın sömürülmesi ve istismar edilmesi anlamına gelen günlük pratikler sergilenmiştir… Kitlelerin kendi hallerine bırakılmaması, örgütlenmeleri ve onlara önderlik edilmesi acilen gereklidir.”

Bu kongrede, yeni ve kapsamlı bir temizlik oldu: “Geçtiğimiz yıl sürecinde işbirlikçiliği, parti çizgisinin tasfiyesini ve hareket içinde gruplar oluşturmayı amaçlayan faaliyetler soruşturulup, mahkûm edildi.”

Kongreye, “diplomatik çalışma ve ittifaklar konusundaki kararları”nda, diğer ulusal hareketler ile daha sıkı ilişki ihtiyacı hatırlatılmıştı. PKK’nin diplomatik faaliyetlerinin hâlâ yetersiz ve diğer halklarla ilişkilerinin sınırlı olduğu belirtiliyordu.

Gorbaçov’un perestroykasından 10 yılı aşkın bir süre sonra, artık PKK içinde “sosyalizm” sözcüğü görünmüyordu. Silahlı mücadele hakkındaki savaşçı sözler de ortadan kaybolmuştu. Bunun yerine artık şunlardan söz ediliyordu: “Partimiz, halkı ve halkın refahını merkeze koymaktadır. Bu hem insan özgürlüğünün hem de çevrenin saflığının ve doğallığının ve insanlığın iyiliği için sanatın, kültürün ve tarihin arı karakterinin gerçekleşmesi yoluyla kazanılır.” [14] Öcalan, bir yandan kadınların rolüne ilişkin uzun değerlendirmeler yazmakla meşgul olurken, diğer yandan “işçi sınıfı” teriminin haddinden fazla kullanılmasına karşı uyarıda bulunuyordu; çünkü halkın tam da bu kesimi yeterince “yurtsever” değildi.

1998’in baharında düzenlenen bu kongre, yalnızca, silahlı mücadele yoluyla ulusal kurtuluş stratejisinin başarısızlığının ilanı olarak yorumlanabilir. Öcalan’ın yeni Arafat ya da Mandela olma teklifleri bile geri çevrilmiş durumda. PKK, güçlü müttefikler bulamadı; hiçbir hükümet onu desteklemiyor ya da Kürt sorununu kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya hazır değil.

Küreselleşmenin bir sonucu olarak her ülkede toplumsal çelişkilerin devasa yoğunlaşması ile karşı karşıya olan egemen sınıflar, kendilerini en sınırlı demokratik tavizleri bile verebilir durumda görmüyorlar. Bu yüzden Öcalan, gitgide, kaçışı olmayan diplomatik ihanet ve entrika ağına yakalandı ve bu, nihayetinde Ankara tarafından kaçırılmasıyla son buldu.

Öcalan’ın kaçırılmasını organize eden ABD, Ortadoğu ve Uzak Doğu üzerindeki üstünlüğünü sağlamlaştırma peşinde koşuyor. Amerika için, Kürt ulusal hareketi, sadece, bu hedef doğrultusunda ortadan kaldırılması gereken bir engeldi. Avrupalı hükümetler, kendi kapı önlerinde toplumsal açıdan böylesine patlayıcı bir mesele istemedikleri için Öcalan’a sığınma vermeyi reddettiler. Bir zamanlar ABD’nin bölgedeki etkisine belirli bir karşı ağırlığı temsil etme iddiasında olan Arap hükümetleri, içeride ezdikleri Kürtleri savunmak için parmaklarını kımıldatmadılar. Devlet Başkanı Hafız Esad, Türkiye’nin baskısıyla Öcalan’ı sınır dışı etti. Sözde demokratik Rusya da onu kabul etmeyecekti. PKK, son yıllarda, bütün bu hükümetlere başvurmuş, hatta umutlarını onlara bağlamıştı.

Sonuçta, Öcalan, sınıfsal sorunun ulusal sorun karşısındaki önceliğini hiçbir zaman kabul etmemiş olsa da sınıfsal soruna kurban gitti. Ortadoğu genelinde ulusal ve toplumsal baskıya son verecek tek perspektif, tüm bölge işçi sınıfının sosyalist bir dünya hareketinin parçası olarak birleştirilmesidir.

Dipnotlar

.

Abdullah Öcalan, Kürdistan Devriminin Yolu (Manifesto), 1978.

[vurgu sonradan].

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.